4 Temmuz 2019 Perşembe

Kütüphane 😊

    Karşımdaki yapının çok eski olduğunu fark ettiğimde çoktan önüne gelmiştim bile. İçeriye girip, girişteki tabelayı okuduktan sonra içim öylesine huzurla doldu ki … ‘’Dünyanın En Eski Kütüphanesi!’’ içerisi alabildiğine kitap dolu ve kim bilir kaçar yıllık kitaplar. Belki el yazması da vardır. Bu düşünceler aklımdan geçerken içeride yoğun kitap kokusunu hissettim. İçeride alabildiğine kitap dolu ve o kitapların her birinin bilmem kaçar yıllık kokusu var. Hissedebiliyorsunuz öyle değil mi? Fakat o da ne? Dünyanın en eski kütüphanesi olmasına karşın, içeride toz kokusu yok. Kimin gücü yetiyor bunca kitabın tozunu almaya Allah aşkına? Koridor boyunca ilerledim. Koridorun sonunda kocaman bir salon vardı. Salonda bir tek ben vardım. Ortama ciddi bir sükûnet hâkimdi. Hayatım boyunca bu kadar çok kitabı bir arada görmediğimi fark edip hayran hayran kitapları incelemeye başladım. Ne kadar az okumuşum ben. Oysa ziyadesiyle okuduğumu düşünürdüm hep. Burada yaşlanabilirim diye düşündüm. Ne güzel olurdu. Türk Edebiyatı yazısını okudum uzaktan. Ve o yöne doğru yöneldim. Kutadgu Bilig’ ten tutun Fuzuli’ye Baki’ye kadar kitaplarla doluydu tüm raflar. Karşımda baş döndürücü bir güzellik vardı o anda. Biraz ilerleyince Recaizade Mahmut Ekremler mi dersin, Abdülhak Hamitler mi dersin dolup taşıyor kütüphane. Derken Cumhuriyet Dönemi eserleriyle karşılaştım. Yedi Meşaleciler ’den İkinci Yeni’ye kadar hepsinin kitaplarını gördüm. Hissediyorum, gözlerimin içi gülüyor. İncelemeye devam ediyorum, rafların birkaçı hariç hepsine isim verilmiş. O yöne doğru ilerledim istemsizce. Onları da inceleme fırsatı bulduğum için sevindim. Uzunca bir zaman onlara da göz gezdirdim. Mest olmuş bir şekilde isimsiz rafın önünden ayrılıyordum ki gözüme bir şey takıldı. Yanlış okuduğumu düşündüm ilk başta. Ama kitabı elime aldığımda nutkum tutuldu. Dakikalarca gözlerimi alamadım şaşkınlıktan. Zira kitabın üzerinde benim adım var. Kitabın ismi yok, fakat benim kitabımmış. Birinin bana şaka yaptığını düşündüm. Bu kitabı da matbaada basıp koymuşlardır herhalde, diye düşünürken sayfalarını çevirdim. Çevirdikçe kendi satırlarımı okudum. ‘’Yapabilmişsin dedim.’’ kendime. ‘’Tebrikler.’’ Kocaman salonda mutluluktan tek başıma ağlarken ötelerden bir tartışma sesi geldi. Kalabalık bir grup hararetle bir şeyler tartışıyorlardı. Kendi kitabımı rafa koyup sesin geldiği yöne doğru iki adım attım. Sonra dönüp gözüm yaşlarla doluyken tebessüm ettim isimsiz kitabıma. Sesler gittikçe artmaya başladı. O yöne doğru yürümeye başladım. Seslerin ilerideki salondan geldiğini fark edip o salona doğru yöneldim. Kapıyı açtığım zaman karşımdaki manzara beni benden alıp götürdü başka diyarlara. Bu kadarı da olamaz dedim kendime. Türk ve Dünya Edebiyatı’nın tüm yazarları ucu bucağı görünmeyen o salonda toplanmışlar, gruplar halinde bir şeyler tartışıyorlar. Sessizce girdim içeriye. Dostoyevski’yi gördüm, hararetle bir şeyler yazıyordu. Sonra karşılarda bir yerlerde Freud vardı, tıpkı kitaplarda bahsedildiği gibi purosunu yaktı ve Nietzsche ile konuşmaya devam etti. Ardından Türk Edebiyatı’nın Yedi Güzel Adam’ını gördüm. Yedisi de bir masaya oturmuşlar, Nuri Pakdil’i dinliyorlardı, her zamanki gibi. Tebessüm edip ilerledim. Recaizade Mahmut Ekrem ve Muallim Naci, kafiyenin göz için mi kulak için mi olduğunu tartışıyordu. Güldüm geçtim yanlarından sessizce. Kafamı kaldırıp çok uzaklara baktım. İleride Sabahattin Ali’yi gördüm. Tek başına oturmuş, bir şeyler yazıyordu. Onun yanına giderken hep tanıdığım yazarlarla karşılaştım. Hepsine tek tek göz gezdirerek, hızlanarak. Sabahattin Ali’nin yanına geldim. Kafasını kaldırmadan bir şeyler yazıp duruyordu. Karşısına oturup izlemeye başladım. Orada ne kadar oturduğumu bilmiyorum. Ama tam kalkıp gitmek üzereyken, kalemini bıraktı ve bana bakıp gülümsedi, yuvarlak gözlüklerinin altından. Bende ona tebessüm edince, elindeki kağıdı bana uzattı. Aldım okudum hemen. Orada ne yazdığını söylemeyeceğim. Bu onunla aramızda bir sır olarak kalacak sonsuza kadar. Bir kez daha anladım, ‘’Ben edebiyattan ibaretim.’’ dedi ve hikâyesine bir son verdi gizli ses ve ekran karardı. Kafka’nın bu sözüyle son buldu sinema filmi. Hayretler içinde kaldım 1-2 dakika boyunca. Işıklar yandı, izleyicilerin dışarısı çıkmasını bekliyordum. Ta ki sinema salonunda tek izleyici olduğumu idrak edene dek! Baktım gelen giden yok, tam salondan çıkacakken dergide çalışan arkadaşlarım balonlarla, pastalarla, alkış ve iyi ki doğdun naralarıyla durdurdular beni. Neye uğradığımı şaşırmış vaziyette kalakaldım sinema salonunun ortasında. İzletilen kısa filmde onların hediyesi olmalıydı. Bir derginin editörüne de ancak böyle bir hediye almak yakışırdı zaten. İşimin zarifliğine, arkadaşlarıma; kurduğum hayali bana en azından bir kısa filmle yaşatmış oldukları için minnettarım.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder